YAZMAK BEN’İN ÖZÜNE İNMEKTİR.

Esra Birkan Baydan – Virgül

YAZMAK BEN’İN ÖZÜNE İNMEKTİR. BEN’İN ÖZÜ İSE KARANLIKTIR.YAZMAK BEN’İN ÖZÜNE İNMEKTİR. BEN’İN ÖZÜ İSE KARANLIKTIR.

Gönül, yurtdışında ve yurtiçinde uzun bir gazetecilik kariyerinin ardından bir çırpıda yayımlanan Kasaba ve Yalanlar ile Jilet Sinan’la usta bir yazar olarak edebiyat dünyasında tanındın. Yazma serüveninden biraz söz etmek ister misin?

Hiçbir şey bir çırpıda olmuyor aslında. Yazma isteğini içinizde duyumsadığınız halde bunu uzunca bir süre bastırmanız gerekebiliyor. Norveç’te üniversiteye giderken oradaki Türklerin yabancı olmaktan kaynaklanan traji-komik hallerini dile getiren öyküler yazdım ve en büyük yayınevine yolladım. Bu cesareti kendinizde bulmanız için anlatma ve kurmaca bir dünya yaratma isteğini çok yoğun olarak hissetmeniz gerekir. Öyleydi de. Ama yaşam bu isteğin önüne geçti. Yayınevi öyküleri geliştirmemi istedi. Onun yerine master tezimi bitirdim, Norveç’ten ayrıldım, Almanya’ya geçtim. Dünyayı, insanları tanıdım. Âşık oldum, belgeseller yaptım… İyi de oldu. Çünkü bana kalırsa yaşanmışlık süzülmelidir edebi metinlerden. Ama bulanık suların önce durulması ve taşların yerli yerine oturması gerekir. Ben de vakit geldiğinde gazetedeki işimden ayrıldım ve yazının başına geçtim.
Gazetecilik ve romancılığın sana göre benzeşen ve ayrılan yönleri neler?
Çok kaba hatlarıyla söylersek her ikisi de gözlemciliği, insana ilgiyi, farklı bir ufku gerektirir. Ancak basın için yazmak vuruş sayısına, size ayrılan sütunlara hapsolmak demek. Bu da belli bir yüzeyselliği beraberinde getiriyor. Oysa ben insanı anlatırken onun ruhuna giden tünelin kapağını kaldırmak, varlığımız ilişkin çelişkileri anlatmak istiyorum. Ancak kendinizi özgür hissedebildiğiniz takdirde becerebileceğiniz bir şey bu. Ayrıca roman yazmak için her zaman Jilet Sinan’da olduğu gibi gerçeklikten yola çıkmak gerekmez. Anlatmak istediği düşüncenin etrafında da bir dünya oluşturabilmelidir romancı.

Öykülerin genellikle nasıl şekillenir? Anlatmak istediğin öyküye göre mi mekan seçiyorsun yoksa anlatmak istediğin dünyadan mı bir öykü çıkarıyorsun?
Her ikisi de. Örneğin Kasaba ve Yalanlar’ da ki “Deniz Tutması” öyküsünde annemin ailesini anlatırım bir ölçüde. Çok kalabalık, gürültücü, renkli ve zihnimi meşgul eden bir ailedir. Ama öyküyü başlatan bir cümleydi: Ailesi bir deniz tutmasıydı. Bu cümleden yola çıkarak ve o aileyi öyküde şekillendirmek üzere hayali mekanlar, insanlar yarattım. Öyküdeki taş ev, taş evdeki karşılaşmalar gerçekliği tekabül etmez. Jilet Sinan’da ise sokakta yaşayanların dünyasıydı beni etkileyen. O dünyadan yola çıkarak kurdum romanın iskeletini. Romancı, konusunu “tesadüfi” olarak seçmişse bile bu buluşma kendi içindeki hesaplaşmalara tekabül ettiği için gerçekleşmiştir. Bu şehirdeki görsel ve fiziki şiddet, şiddetin işleniş biçimi, normalleştirilmesi, birilerinin şiddetin sırtından geçinmesi, duygu sömürüsü, intihara teşebbüs edenlerin burnuna mikrofon dayanması, neden şiddet sorusunun sorulmaması zihnimi müthiş meşgul ediyordu o sıralarda. Jilet Sinan birazda şiddete başkaldıran bir romandır.
Bu iki romanda birbirinden çok farklı dünyalar anlatıyorsun. İlk kitabın Kasaba ve Yalanlar’daki küçük burjuva dünyayla, Jilet Sinan’ da ki “outsider” (dışlanmış ya da dışarıda kalmışların) dünyasına yaklaşımın nasıl?
Küçük burjuvaların özenti dünyaları, iki arada bir derede kalmışlıkları, mutluluk tablosu sergilemeye çalışan ailelerin boğuculuğu, mutluluk yalanları, riyakarlığı, bu dünyanın ardındaki gizli şiddet çok tanıdık benim için. Kasaba ve Yalanlar bir nevi iç yolculuktur. Bir sondaj. Bu küçük burjuva dünyasının çok kıyısında, dışında hissettiğim için kendimi (küçük burjuva dünyasının içinde bir outsider gibi hissettiğim için de diyebilirim) kıyıdaki tüm yaşantılara, tüm dışlanmışlıklara yakınlık duyuyorum sanırım.
Jilet Sinan, Jean Genet’nin eserleri veya Metin Kaçan’ın Ağır Roman’ı gibi bizzat yazarın yaşantısından beslenmiyor; bu hayatı anlatmak için sana esin veren şey neydi? Bir başka deyişle, Jilet Sinan’da neden yaşamın karanlık yüzünü anlatmayı seçtin?
Yazmak ben’in özüne inmektir. Ben’in özü ise karanlıktır. Dürtülerimiz, çocukluğumuz, yaşamımızdaki kara delikler. Yazarları çözmeye uğraşan eleştirmenler karmaşık metinlerin arkasındaki gize yazarın malik olduğunu düşünür. Ama yazar karanlık coğrafyalardaki bir gizi aramak için çıkmıştır yola. Yazdıklarıma dönüp baktığımızda şu tespiti yapabiliriz sanırım. Ruhlarında anlatılmaya değer öyküler barındıran kahramanları seçiyorum ben. Yaşamla bir alıp vereceği olan, yaşama, insanlara öfke, arzu, tutku duyan kahramanlar… Bu aşırı uçları bazen ithal ediyorum dünyasına; bazen de onlar zaten mevcut oluyor, zaten belirleyici duygu oluyor; sokakta yaşayanlar için olduğu gibi.
Jilet Sinan’da son derece yoğun bir jargon, var. Birçok kelimeyi dipnot ile açıklamışsın. Bu romanın altyapı çalışması uzun sürmüştür herhalde?
Her şeyden önce dramatik bir dünya anlattığım için uzun sürdü Jilet Sınan’ ı yazmak. Daha fazla dramatikleştirmeden, duru bir dille o kaosu aktarabilmek… Dil de, dildeki şiddet de o dünyanın önemli bir parçasıydı. Gaspçıların, romanların, hapçıların kullandığı kelimelerden ve yalnızca sokakta yaşayanlara özgü kelimelerde oluşmuş bir jargon bu. Yalnızca dil de değil; onların kendilerine has mimikleri, jestleri, ne yiyip ne içtikleri, polisle, soğukla tecavüzcülerle nasıl başa çıktıkları, hapiste neler yaşadıkları, aşkı nasıl dile getirdikleri ya da nasıl susuşlarla, imalarla anlattıkları… Hepsini tanımak, sindirmek ve yazma aşamasına gelmek iki yılı buldu.
‘Kasaba ve Yalanlar’daki karakterlerin daha çok zayıflıklarını anlatırken, Jilet Sinan’da insanlarca örnek alınacak bir anti kahraman yaratmışsın. Yasaları çiğniyor ama kendi dünyasının etiğini, ahlaki değerlerini asla çiğnemiyor. Bununla ilgili ne söylemek istiyorsun?
Evet. İyiler ve kötülerden bahseder roman satır aralarında. Güçlüler iyiliği kendine affediyor; kendilerine benzemeyenlere ise kötü yaftasını yapıştırıyor. “Kötülük” zorunlu olabilir ama. Belki de kötü bizleriz. Onları hissetmediğimiz, anlamadığımız için. Suyun akışı tersine çevrilmeye çalışılır romanda. Sokaktakiler bir tehdit gibi sunulurken, yaşamı bir tehdit gibi hissedenlerin asıl onlar olduğu anlatılmaya, hissettikleri tedirginliğin okuyucuya geçmesine çalışılır. Jilet’in değerlerine gelince dostluklarına ölümüne sadıktır. Jilet’in ve Kunt’un dostluğu da gerçek hayattaki bir arkadaşlıktan yola çıkılarak yazıldı. Paylaşma, dayanışma gibi unuttuğumuz değerler hala çok önemli sokaktakiler için. Jilet ölesiye işkenceden geçer ama ”ötmez,” arkadaşlığa halel getirmez. Yine de ben sokaktakileri idealize etmekten çekiniyorum. Çünkü onların bizim yerimizde olmak istediğini, kötülüğü seçtilerse bile (Jilet’in ağzından: “İyiliklerinizi cennete yollayın ben cehennemi seçtim”) bunun zorunlu bir se­çim olduğunu biliyorum.
Sevdiğin yazarlar kimler? Özellikle etkilendiğin bir akım var mı?
Tek bir akımdan söz edemeyeceğim ama, bilinç akışı tekniğiyle yazan Virginia Woolf’un eserlerini, Latin Amerika edebiyatını ve Borges’in kurmaca şaheserleri olan öykülerini, son dönemde İngiliz edebiyatında öne çıkan Hint kökenli yazarla­rın duru ve şiirsel dillerini beğeniyorum. Woolf’un Jacob’un Odası romanını tekrar tekrar okuyabilirim ya da Jhumpa Lahiri’ nin yaşamı kendisi gibi yazılmış öyküle­rini. Ayrıca müthiş diliyle Tennessee Willi­ams, felsefi derinliğiyle Paul Auster aklıma gelen diğer isimler. Şairleri de ihmal etmeyelim. Düzyazının haricinde şiir okumayı severim. Ritsos, Seferis, Aragon, Rilke… Türk edebiyatından Cemal Süreyya, Edip Cansever, Turgut Uyar, Ece Ayhan, Murathan Mungan, Lale Müldür sevdiğim ve yaşamın boğuculuğundan insanı kurtaran şairler.
Sıradaki projelerinden biraz bahseder misin?
Yedi sekiz uzun öyküden oluşan bir kitap var sırada. Öyküler bir ana izlek ve bir başkahraman etrafında oluşturuldu. Ancak bunun da öncesinde Can Yayınevinin önemli bir projesi var. Bir öykü. Şu günler­e harıl harıl o öyküyü oluşturmak ve kağıda dökmekle meşgulüm.

 40 total views,  2 views today



Twitter
Instagram