Çatısız Evin Çocukları

Onur Gülen – Radikal

Sokağın şiddetini ve acımasızlığını yaşayan bir grup ‘çocuğun’ öyküsü ‘Jilet Sinan’. Yaşamının iki yılını bu çocukların ‘anlatılmaya değer öykülerini’ dinleyerek geçiren Kıvılcım, okurun ‘görüş biçimini’ değiştirmeyi umuyor

Kimi zaman, İstiklal Caddesi’nde yürürken, keskin bir koku çarpar burnumuza. Bankaların para çekme kabinlerine girdiğimizde irkiliriz bazen. Eğer geceyse ve biraz da kafamız iyiyse, bize doğru yaklaşan küçük karaltıları fark edince daha sıkı sarılırız çantalarımıza. Sonra, ya bankadan çektiğimiz parayla bir filme, bir kafeye gireriz, ya da gider yataklarımızda uyuruz. Burnumuza çalınan tiner kokusu, gözümüze çarpan aç ve çıplak çocuklar içimizi burkar mutlaka. Sonra -hemen sonra- unutur gideriz. Geceden, gecenin şiddetinden ve yasasından korunabileceğimiz bir yer hep vardır. Gazetecilik hayatında, sokak çocuklarıyla ilgili bir haber yapmış Gönül Kıvılcım. Ama sonra, makinasını çantasına yerleştirip rahatça ayrılamamış yanlarından. Yaklaşık iki yılını geçirmiş ‘anlatılmaya değer bir öyküleri vardı’ dediği bu çocuklar arasında. Sonuçta, dinlediklerinden, yaşayıp hissettiklerinden yola çıkarak ‘Jilet Sinan’ı kaleme almış.

‘Sokak’ta yaşam savaşı veren, şiddeti, tecavüzü, ölümü, açlığı, kanı, yokluğu, tinerin kokusunu çok yakından tanıyan bir grup ‘sokak çocuğu’nun öyküsü ‘Jilet Sinan’. Müslüm Baba dinleyen, soğuktan ve acıdan kaçabilmek için tinerli bezlerine sarılan, rüyalarında başkan ve kral olduklarını gören, toplumun acımasız kurallarına karşı kendi katı kurallarını yaratan bir grup ‘çocuğun’.
Arkadaşlığı ve aşkı ölümüne yaşayan Jilet Sinan, kan kardeşi Kunt, manitası Gül, hap karşılığı kendini satan Fırlama, Çivi, Kırık… Sayfalar çevrildikçe, sinyale çıkan, araba patlatan, papiklenip kendini unutan, erken yaşta büyümek zorunda kalan bu çocukların farklı bir macerasıyla karşılaşıyor okur. Roman, Kıvılcım’ın umut ettiği gibi ‘gözleri yıkamayı, başka türlü görmeyi’ sağlayabilirse, her köşe başı ve köprü altı çok başka anlamlar taşıyacak artık.

Sokak çocuklarıyla ilgili bir roman yazmaya nasıl karar verdiniz?
Gazetecilik yaptığım yıllarda Unicef’in 50. yılı dolayısıyla sokakta yaşayan çocuklarla ilgili bir haber yapmam istendi, ve birden onların arasında buldum kendimi. Ama sonra diğer meslektaşlarım gibi haberi bitirdikten sonra çekip gidemedim. Çünkü bir dağın önünde durduğumu hissediyordum ve o dağın arkasını, çocukların ruhlarını görmek istiyordum. Ruhlarında anlatılmaya değer hikâyeler vardı çünkü. Sokağın soğuğu, şiddeti, yasaları, hüküm süren açlık…Hepsi çok etkileyiciydi. Anlatılması gerektiğini düşündüm bunların. Ve iki yıl geçirdim aralarında.
Dünyalarına girebilmek kolay olmamıştır sanırım?

Zaten hemen açılamıyorlar. Ruhlarındaki yaraları hemen dile getiremiyorlar. Hikâyeler uyduruyorlar size güvenene kadar. Onların yalın yüzleriyle buluşana dek hikâyeler uydurdular, ben de dinledim. Sonra içlerini açtılar. Babalarından bahsettiler, babalarının sopalarından, tecavüzlerden, sokakta tecavüzden korunmak için kat kat giydikleri pantolonlardan…
Jilet Sinan’a rastladınız mı gerçekten?

Jilet Sinan karakter olarak onların bir birleşimi. Ama karakterlerin hepsi sokaktan, gerçek hayattan. Fakat bu gerçekliği farklı bir dille yansıtmaya çalıştım. Romanın dili klasik, gerçekçi bir dil değil, kullandığım bu dilin de onların yaşamına denk düştüğünü düşünüyorum. Zaman zaman flulaşıp zaman zaman netleşiyor görüntüler, onların yaşamlarındaki gibi.

Böyle bir konuyu işlerken, ‘arabesk’ olmaktan kaçınabilmek biraz zor olsa gerek. Bu zorluğu hissettiniz mi?
Elbette hissettim. Bu bir bıçak sırtı. Onlar zaten çok arabesk. Şiirler yazıyorlar mesela, şiirleri çok duyarlı ama bir yandan da arabesk. Ben araya bir anlatıcı koyarak, mesafe koymaya, dolayısıyla bunu aşmaya çalıştım. Anlatıcı dışarıdan bakarak bir yorum getiriyor onların yaşamlarına, bazen dalga geçiyor arabesklikleriyle. Eğer yalnızca onların diliyle konuşsaydı roman, o arabeskliği aşamazdım.

Sokakta en çarpıcı olan ne? Bu süre içinde sizde en çok iz bırakan?
Sokağın şiddeti. Akla hayale sığacak, uzaktan anlaşılacak gibi değil. Yaşamak lazım. Ve şiddetin çocukların ruhlarında açtığı yaralar. Çok acımasız bir dünya, ama bir yandan da onların o gaddar yüzlerinin ardındaki saf çocukluk.

Delikanlılık – çocukluk ikiliği sık sık karşımıza çıkıyor romanda zaten… Onlar bizim geçtiğimiz tornalardan geçmemişler, okula gitmemişler, ailelerinden uzak büyümüşler. Sosyalizasyon sürecini yaşamamışlar. Bu nedenle çok saf kalmış yürekleri. Fakat çok farklı bir yanları da var. ‘Burjuva’ diyorlar mesela, ben bu kelimeyi kullanmadım romanda, okurun inandırıcı bulmayacağını düşündüm.’Sosyetik’ kelimesini kullandım onun yerine.

Çok kıyısındalar hayatın. Yaşama ve insanlara karşı bir birlerine tutunuyorlar. Bu nedenle aşkları, arkadaşlıkları hep ölümüne.

Evet çok kıyıdalar gerçekten. Biz devamlı kaçıyoruz, çok dışarıdan bakıyoruz onlara. Bir cinayet işlendiğinde, ‘güvenlik haklarımız’ diye bağırıyoruz. Ya onların hakları, onlarında da barınma, beslenme gibi hakları var ve bunları düşünmüyoruz. Bu nedenle çok ayrıksı karakterler çizdim bu romanda, isyankâr yanımı yansıttığımı düşünüyorum bu yolla… Dolayısıyla birbirlerine tutunuyorlar, aşkı da çok başka yaşıyorlar, aşk zaten acımasızdır, sokakta, o koşullar altında çok daha acımasız oluyor. Romanda en çok vurgulanan temalardan biri ‘babasızlık’. Babalar hep sırtlarını dönmüş çocuklara. Hepsinin ortak yönü bu.

Bu ‘babasızlık’ farklı bir otorite eksikliğine tekabül ediyor mu? Devlet gibi?
Bu çocuklar, Habitat sırasında trenlerle şehir dışına sürüldüler. Bu anlamda elbette, haklısınız. Toplum olarak da böyleyiz. Her gün görüyoruz onları ama görmezlikten geliyoruz. Rahatsız oluyoruz çünkü bu gerçeklikle yüzleşmekten. Bu anlamda bir vicdan hesaplaşmasıdır benim için ‘Jilet Sinan’. Böyle hissettim yazarken de.

En önemlisi kimliksiz oluşları. Hiçbirinin nüfus cüzdanı yok. Olanlar da gruba katılabilmek için yok etmek zorundalar kimliklerini. İronik bir anlamı da var bunun sanıyorum, ‘yok’lar aslında. Sürekli kaçarak yaşıyorlar çünkü. Kesilmiş cezaları var, sık sık mekân değiştirmek zorundalar. Zamansız, mekânsız, hatta görünmezler.

Fakat biz görmediğimiz için görünmezler. Bakmadığımız için.

Çok çaresizler, umutsuzlar. Hiçbir çıkış yolu görmüyorlar. Bir son yok onlar için. Kimileri intihar ediyor, kimileri tinerliyken farkında olmadan yanıyor, çok var böyle vakalar. Ama genelde çıkamıyorlar o hayatın dışına. Roman da bu umutsuzluğu vurgulayan bir şekilde sona eriyor. Birden kesiliveriyor adeta. Değişen bir şey yok ve zaten olması imkânsızmış gibi.
Hiç umut yok mu sizce?
Umut olması için öncelikle kendimizi değiştirmemiz gerekiyor. Bu konuda çaba harcayan çok az insan ve kurum var. Bu şartlar altında umut besleyebilmek çok zor.
Edebiyatın dönüştürücü bir işlevi var, insanların dünyalarını, görüşlerini değiştirebiliyor. Bu konuda bir roman yazarken, bunu aklınızdan geçirdiniz mi?
İranlı bir şairin bir dizesi vardır, ‘gözleri yıkamalı, başka türlü görmeli’ der. Okur bu roman sayesinde başka türlü görebilmesi benim açımdan çok mutluluk verici olur. Yazar farklı bir duyarlılık taşıyor hayata karşı, bu duyarlılığı da farklı alanlara taşıyor. Kimi zaman çocukluğuna, kimi zaman bir kente. Ben de bu sefer şehirdeki bir sosyal grubu büyüteç altına aldım. Onların yaşamlarını yansıtmaya çalıştım.

Şu an aktif olarak sokakta yaşayan çocuklar için bir şeyler yapıyor musunuz?
Umut Çocukları Vakfı’na üyeyim. Fakat aidat ödemek dışında fazla bir şey yapamıyorum oğlum dünyaya geldiğinden beri. Daha önce, Avcılar’da bir evleri var, sık sık ziyaret ediyordum onları. Zaman zaman onlar bana geliyorlar. Fakat çok eksikleri var biliyorum. Keşke daha fazla sivil toplum kuruluşu bu konuya eğilse.

 61 total views,  2 views today



Twitter
Instagram