Kasabada Aşk Olmaz

Kürşat Oğuz – Aktüel

Aktüel’in Almanya eski muhabiri Gönül Kıvılcım’ın ilk kitabı “Kasaba ve Yalanlar” yedi öyküden oluşuyor. Çocukluktan kalma izler, sıkıcı kasaba yaşamı ve insanın “çelişkileri” öykülerin ortak teması…

İlk iki öykünüz, “Uçtu Uçtu Çocuk Uçtu” ile “Kasabalar ve Yalanlar” sizin çocukluğunuzu anlatıyor sanki.
Tabii izler var ama kurgu aslında. İlk öyküde daha çok ben varım. Çocukluğum Kırıkkale’de geçti. 14 yaşıma kadar oradaydım. Babam memurdu. O yıllarda Kırıkkale milliyetçilerin kalesiydi, öğretmenler derse gelmiyordu. Biz iki kız kardeş, şikayet ediyorduk. Onun üzerine babam tayinini istedi ve İstanbul’a taşındık. Zaten memurluk da vardır bir miktar öykülerde. Son öykü “ Devlet Memuru ”nda olduğu gibi. Ama “Kasabalar ve Yalanlar” kurgudur, yani bir yalanlar evi olmadı.
Bu ilk kitabınız…
Ama ilk yazdığım bir roman. Basılmayı bekleyen, basılmasını çok arzu ettiğim bir roman var. “ Kasabalar ve Yalanlar ”a nasipmiş edebiyat dünyasıyla tanışmamız.
Neden kasaba ve çocukluğunuz?
Çünkü peşimi bırakmadılar.
Hayatınız boyunca izleri sürdü demek mi bu?
Evet, dönüp dolaşıp gelen imgeler, görüntüler, rüyada olsun, düşüncelerde olsun sorular hep o döneme ilişkin. Belki o dönem yaşanan şeyler çok yoğundu, takıntılar o döneme aitti.
Bir roman vardı…
İnsan bazı şeylerden yazarak kurtulur; bu öyküler bir kurtuluş çabası mı?
Bir anlamda. Ama bence kitabın genel teması insanın çelişkili hali. Bu “Kafes Faresi Salih”te de vardır, “Irmağa Kurulu Salıncak”ta da. Seçimlerimiz, iyi olmak isterken kötülüğe meyledişimiz, sevap işlemek isterken günah işleyişimiz, anne olmayı isteyip istememek, aşkı seçip seçmemek; insanın hep çelişkili bir hali var. Alttan alta işlenen tema bu. Ben aslında bir biyografik kitapla çıkmak istemedim. O nedenle diyorum ya, bir roman vardı diye…
Öyküleri ne zaman yazdınız?
1995’ten sonra beş yıl içinde. Yayın dünyasına dışarıdan dahil oldum, edebiyat dünyasının içinden değildim. Lise yıllarımda dergilere yazmadım. Çok kolay kabul görmüyorsunuz o zaman, onun için de herhalde yazmaya devam etmem lazım dedim, bırakmadım peşini.
Ailem parçaları kayıp bir bulmaca sözünün izleri sanki bütün öykülerde sürüyor. Aile bir kayıp mı, sizin çocukluğunuz böyle mi?
Aslında o cümleler duygulara tekabül ediyor. Biz aslında hep bir aradaydık benim üniversiteye girişime kadar.
Bir eksiklik var ama, neyin eksikliği bu?
Belki aileyi öyle görüyorum, onun için biyografik olmaktan çok aileye, anne olmaya dair öyküler bunlar. Aile hep bir kayıp bence…
Neden?
Çünkü belki mutlu bir aile yok.
Çocukluk da mı bir kayıp? Benim öykülerinizden çıkardığım sonuç bu. Mutlu bir çocukluk yok mu?
Evet. Mutlu çocukluk olsaydı belki yazmazdım. Çocukluğu mutlu geçenler yazmıyor herhalde. Çok takıntı halinde kasabadan anılar ve görüntüler var aklımda. Ama onlar hep bölük pörçük. Zaten yazmama sebep de belki buydu. Kasaba peşimi bırakmıyor derken, çok yıllar boyunca tekrarlanan rüyalar vardı mesela. Kasabanın yokuşları, ilkokula gidiş, kasabadan simalar… Uzun yıllar boyunca soruyorsunuz tabii bunun niye böyle olduğunu, sonra bir gün oturup yazıyorsunuz.
Annem, aynam…
Yazmak bu anlamda bir tedavi oluyor mu?
Hayır. Yazmayı gerçekliği yeniden oluşturmak olarak görüyorum. Aslında geçmişe dönmek fiziksel olarak mümkün değil, ama yazıyla dönebiliyorsunuz. O anlamda da o kayıp parçaları yazıda bir araya getiriyorum. Mesela anne-kız ilişkisi var hep o öykülerde, bir öyküde annemle aramdaki son bağı da koparıyorum derim. Anneyle aradaki bağ kopmaz aslında. O bir istek, yazarak koparabiliyorsunuz sadece. O anlamda bu öyküler bir hesaplaşma, temizlik değil, hesaplaşma.
Anne-kız arasında bir hesaplaşma mı?
Anne ve kız çocuk arasındaki çatışma çok büyüktür. Belki bir erkek çocuk olarak bunu fazla yaşamadınız ya da etrafınızda gözlemlemediniz ama anne-kızlar sürekli çatışma ve kavga halindedir ve birbirlerinde kendilerini görürler. O hep aynaya bakmak gibidir ve insanın kendisiyle yüzleşmesidir. Annenize baktığınızda bütün hatalarınızı, sevmediğiniz yanlarınızı, her şeyi görürsünüz. O yüzden de etrafımda hep böyle sorunlu anne-kız ilişlileri görüyorum. Ne kadar sevseler de bile birbirlerini, daha çok dile gelen, ortada gözüken bir kavgadır.
Türkücü Neşet ERTAŞ öykülerinizin en tanıdık ismi.
Türküleri seviyorum. Yöre insanı Neşet Ertaş’la dans eder, halay çeker. O yıllardan kulağımda kalan sesler onlar. Bir yandan türküler, bir yandan da annemin sürekli mırıldandığı Türk Sanat Müziği. Grundig radyolarda çalınan şarkılar… Kendimi onun önünde annemle bu şarkıları dinlerken hatırlıyorum.
Çocukken de saçları ağarmış bir adamken de anlayamadım aşkı…
O ben değilim. Öyküdeki bir erkek. Ama aşk kasabada olmayan bir şey. Ya da çok örtük, platonik yaşanan. Birebir, gerçekte yaşanan bir aşk değil o. Herkesin kendi içinde, ruhunda, belki fırtınalarla yaşadığı bir aşk… Hepimizin kaygılarından birisi de odur. Nasıl hepimiz var oluşu ve ölümü anlamak istiyorsak, aşkı da anlamaya çalışırız. Peşimizi bırakmayan sorulardan bir tanesi odur.
Kafes Faresi Salih’te bir gazete haberinden yola çıkıyorsunuz ve haberde duygunun olmadığından, kimin ne yaşadığından bahsedilmediğinden söz ediyorsunuz. Bu bir gazetecilik eleştirisi mi?
Bu kadar birebir kaygılarla yola çıkamıyorum yazı yazarken. Ama onu yansıtıyor. Gazete haberindeki başlık bir tutkuyu içeriyordu ve çok şaşırttı beni. Kuşlara olan tutkusu yüzünden en yakın arkadaşını öldüren biri var orada. Haberin peşine düştüm ama bulamadım. Kendi kendimle konuşarak, başka bir kuş tutkununu gözlemleyerek yazdım. Ama benim de gazeteciliğim sırasında hissettiğim şeydir, objektif olmaya çalışırken tamamen insani olan her şeyi dışlayarak yazdığımız…

 84 total views,  2 views today



Twitter
Instagram